Wednesday 23 May 2007

İlk tur sonuçları | Herkes bir inci



Tüm gruplar projelerine odaklandılar. Talia Dorsey’in katılımıyla gerçekleşen son sunumun ardından gerçekleştirmeyi düşündüğümüz projelerimizin kenarlarını yumuşatmaya, vaktimiz kaldıkça da cila atmaya başladık. Fikirler güzel ve herkes de elinden gelenin en iyisini yapmak istiyordu. Rötuş zamanı yaşanan hareketlilik diğer günlerden çok da farklı olmamakla birlikte atölyenin ardından gelecek boşluğun dumanını hafiften yüzümüzde hissediyorduk. Herkes soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Sessiz bir çığlık olarak panik, hareketlerimize işliyordu. Bu iş için buraya gelmiştik ve neyi kimle yapacağımızın hiçbir önemi yoktu. Bu iş bitecekti. Birbirimize güvenmek zorundaydık. Açık iletişim gerekiyordu. Eleştirilere açık olup başkasını da eleştirmekten kaçınmamalıydık. Tartışarak ortak dilimizi bulmalı ve onu geliştirmeliydik. Tam da böyle oldu herşey.

Talia Hanım ile ilk toplantımızda belirlenen grupların en büyük sıkıntısı; şehirde avlanarak yaşamı gözlemleme süremizin az olduğuydu. Sabah çık, akşam olmadan atölyene dön, o günün çıkarımlarını “wiki” sistemine yükle ki organizasyon ekibi de gelişmeleri takip edebilsin... Bize en fazla 4 bilemediniz 5 saat kalıyordu dolanmak için. Bu duruma tepkiliydik. Sonradan bu kadar zamanın bu şehiri tanımak için çok bile olduğunu anladık ama.

Hatırlarsanız bizim grubun çıkış sorusu da “şehir bizden bi’şeyler mi saklıyor?” olmuştu. İki hafta boyunca bu sorunun peşinden koştuk. Sonuç ne oldu biliyorsunuz; şehirin ya da ülkenin saklayacak bi’şeyleri yok. Herşey öss sınavında anlam yüklemeye çalıştığınız felsefe soruları kadar basit temeller üzerine kurulu. Direk çıkarımlar yaparak “burası şöyle bir yerdir, şehir yaşantısı da böyledir” deme rahatlığımız vardı. Lüksemburg’lunun biri gene hiçbir fıkraya konu olamıyor, Lüksemburg’dan dünyaya gene bir yıldız parlamıyordu. Bizim ekibimizin sorudan yola çıkarak hazırladığı konsepti de hatırlıyorsunuzdur; Luxemburger!

Ekonomik ve hukui düzenlemelerle yüksek getirilere mahal veren sistem üzerine kurulan 200’den fazla banka; Avrupa Birliği’nin en önemli kurumlarına ev sahipliği yapan Kirchberg platformu ve tüm bunların arasında kalmış yaşayanlarının tektipliliği üzerine yarattığımız metafor; ülkenin yoktan varedilen ve pazarlanan değerlerinin altını çizen ironik bir eleştiri özelliği taşıyor. Mükemmel bir Luxemburger’in tadına bakmak ülkede bizi en çok rahatsız eden mükemmelliğe de gönderme niteliğindedir.

Grubumuzun hazırladığı Luxemburger ambalajı Thibaut’ya, projemizi anlatan A0 boyutundaki görsel düzenleme Juan’a, Lüksemburg için alternatif yemek kitapçığı çalışması da Erdem’e ait. Atölyenin sonunda hazırladığımız çalışmalarımızı aşağıdaki linklerden görebilirsiniz. Eğer ki yeteri kadar anlatıcı olmadıklarını düşünüyorsanız, bizim gözümüzden kaçırdığımız bir nokta ya da anlatım eksikliği var demektir. Bu durumda görüşlerinizi bildirmekten çekinmeyiniz.

Thibaut'nun ambalajı ve Hou Hanru ile Rem Koolhaas'ın katılacağı yemeğin afişini buradan,

Juan'nın hazırladığı görsel düzeni buradan,

Erdem'in hazırladığı kitapçığı da buradan indirebilirsiniz.

Bu blogda kişisel deneyimlerimin mekanik yanını sizlerle paylaştım. Buradan ayrılırken yaşadığım duygusal salınımlarımı ise işin dışında tutmaya özen gösterdim. Atölyeye katılacak Bilgi öğrencilerine olası sosyal sıkıntalar hakkında fikir vermesi açısından son sayfayı hissiyat devinimleriyle biraz ağlatalım.

Şimdi ilk geldiğimiz günleri hatırlamak için oturup düşünmem gerekiyor. Fakat genelde yaşadığım sıkıntıların en büyüğü ayna nöronlarımla topladığım verileri iletişime dökememem ve beynime kazıyamamam oldu. Hoş, blog sayfama neler gördüğümü nelere kafa yorduğumu yazsam da yüzyüze konuşup tartışmak istediğim çıkarımlarım öksüz evlat gibi kaldılar. İlk hafta içinde biraz gözyaşı da döktüm bu duruma. Yapı itibariyle sürekli iletişimde kalan bünyemi zorlayan diğer durum ise şehirin enerji emen durağanlığıydı. Ne insanlarda çığırtkan bir hareket, ne yollarda patlamaya hazır bir genç görememek beni buhranlara sürükledi. Neyse ki insan kendine tokat atabiliyor. İki güne kalmadı; “Yapacak bi’şey yok Erdem, duruma ayak uydur çok da mızmızlanma!” diyebildim.

Diğer bir sıkıntı kaynağı şehirin düşünceleri zorlayacak derecede yapaylığını hissetmeniz oluyor. Bundan emin olsanız da beyniniz buna inanmak için veri istiyor. Benim buna inandığım noktadan sonra ise burada yaşamak için emekliliğimi ve eşimi hayal etmekten başka düşünecek hiçbi’şeyim olmadı şehir hakkında. O bile tartışılır.

Bu arada, şehir şehir diyorum fakat ülkeden bahsettiğimi her seferinde unutuyorum. Bunun da nedeni merkez dışındaki heryer evrensel köy hayatı ve gene evrensel endüstriyel yapılarla dolu olduğundan kültürel anlamda yaşanacak ve anlatacak değerli konu başlıklarının olmamasıdır. Ülkenin ismi de merkezin ismiyle aynı; Lüksemburg.

Ülke kişi başına yıllık gelirde dünya sıralamasında bir numara olduğundan bu durumun gündelik harcamalara yansıması da bir hayli yüklü oluyor. Basit bir yiyecek size 4 euro’dan aşağıya mal olmuyor. Ufak bir rakam gibi gözüktüğüne bakmayın hiç, kendisi üç haftada günde kaç defa karşınıza çıkacağını çok iyi biliyor. Alkol kullanımınız varsa rahatsınız. İçkiler çok ucuz. Fakat bu durum da sürekli alkol alabileceğinizi göstermiyor. Her türlü yiyecek ve içecek satan tüm mekanlar akşamüzeri 6, bazı marketler ve bildiğim bir benzin istasyonu da 8’e kadar açıklar. Oturduğum yerde sabah 4’e kadar açık 3 dükkana gece ziyaretleri alışkanlığım olduğundan buradaki sisteme hiç mi hiç alışamadım. Alışmak da gerekmiyor tabi, siz onlardan önce davranıp kalabalık olmayan öğlen saatlerinde alış-verişinizi yaparsanız istediğinizi temin edebilirsiniz.

Aileyi, eşi dostu aramak için ise iki seçeneğiniz var. Eğer kişisel cep telefonunuzdan yüksek tarifelerden görüşme yapmak istemiyorsanız, postaneye giderek 10 ya da 20 euro’luk “Full Contact” adlı karttan alınız. Bu kartların üzerindeki şifreyi girerek sabit telefonlardan Türkiye ile uzun soluklu görüşmeleri uygun fiyata yapabilirsiniz. Olur da acilen arama yapmanız gerekir ve bu karttan bulamazsanız, tren garındaki mecmua satan dükkandan temin edebileceğiniz standart kartlar da işinizi görecektir.

Yemeklerinin hiçbirini öneremiyorum. Dönerciler göreceksiniz fakat onlar da ayrı bir tada sahip. Hayırlı mı değil mi artık denersiniz. Bu tadsızlığı bir tek ben mi böyle algılıyorum diyerek ülke dışından gelen herkese laf arasında sordum, onlar da yemeklerden memnun değillerdi. Siz gene alış-verişinizi yapıp her türlü pişirme sistemine sahip olan odalarınızda kendi yemeğinizi pişirmeye çalışın derim.

Farklı kültürlerden ve disiplinlerden gelen insanlarla çalışmanın her anlamda kafa açıcı olduğunu kendi adıma tasdiklemiş oldum. Türkiye’nin sahip olduğu aktivasyon potansiyelini ise daha net görme şansım oldu. Tabi bizim ise aslında alacak çok yolumuz ve yapacak çok işimiz olduğunu gördüm. Önümüzde neredeyse boş sayılabilecek bir sayfa var, zevkle karalamaktan kaçınmayıp şu iş nasıl yapılıyor öğrenelim de sonunda hep birlikte keyfini çıkaralım artık. Şansımız imkansızlıklardan doğan sektörün ruhunun da imkansızlık kadar güçlü gelişmesidir.

Son olarak; bu deneyimi yaşama fırsatını yaratan güzel insanlar üstad eğitmenler; Serhan Ada’ya ve benim bu atölye çalışmasında yer almamı isteyen Deniz Ünsal’a teşekkürlerimi sunar, sürç-ü lisan ettiysem de affola diyerek sessizce uzaklaşırım.

No comments: